Aşk diye bişey yaşıyorum.. Ne tek taraflı demeye dilim var, ne de karşılıklı olduğuna ıspatım.
Beni dindar biri olarak saymışsın, halbuki değilim. Dindar olmakla inançlı olmak aynı şey değil!
Derler ki, aşk da unutulurmuş herşey gibi. Hem de yaşanıp bittikten, soğuyup küllendikten sonra değil, tam da dolu dizgin devam ederken unutulurmuş aşk.
En zoru da; yüreğinde söyleyemeyeceğin sözlerin kalmasıdır.
Bir silgi gibi tükendim ben.. Başkalarının yaptıklarını silmeye çalıştım: mürekkeple yazmışlar oysa.. Ben, kurşunkalem silgisiydim azaldığımla kaldım.
Şu hayatta insan en çok sevdiklerini acıtır… En derin yaralar ailede açılır, kabuk tutsa bile kanar hikâye, içten içe…
Aynalar şehrine geldim çünkü benim hikâyemin önünü, benden evvel kaleme alınmış bir başka hikâye tıkıyor. Aynalar şehrindeyim çünkü bir kez şu bendi yıkabilsem sular çağlayacak, deli deli akacak; hissediyorum.
Bedenlerimizi şekle sokmak için ne çok uğraş veriyoruz. Halbuki beyinlerimizi, düşünce ve algılarımızı geliştirmek için çabamız ne kadar az…
Ölüm sahiciliğini yitiriyor kayıplar istatistiklere, çatışmalar haberlere dönüştüğünde.
Dönüp dolaşıp vardığım yerde senden, bir senden uzak düştüm, ayrı düştüm. Belki de ilk kez, o zaman bölündüm..
Bazen, hakikat bütün çirkinliği ve çirkefiyle karşıma dikildiğinde, akıbetimi allayıp pullamak, süsleyip püslemek gelmiyor içimden. Böyle zamanlarda gözlerimi kapatıp, usulca arkama yaslanıyorum ve küfre özenen kelimelerin dişlerimin arasında bıraktığı o kekremsi tatla oyalanıyorum.
Attığımız her adım, yaptığımız her işte kendimizi yansıtırız. Budur çözülmesi gereken bilmece…
Derken o yolculukta bir an geliyor, durup geriye bakma gereği duyuyorum. Geçtiğim yolları, uğradığım durakları, güzergâh boyu karşılaştıklarımı anımsıyorum.
Yabancı, isminin bir ya da birçok bölümü gölgede kalan insandır.
Aşkı aramadan evvel, düşün bir, ya benden nasıl bir âşık olur? İnsanın sevdası karakterinin yansımasıdır. Sen kavgacı isen, ha bire öfkeli, aşkı da bir cenk gibi yaşarsın. Gönlü pak olanın sevgisi de saf olur.
Modern aşk istemem, üzüntüden başka ne ki? İlkel aşk isterim, aşkın en ilk’el halini.
“Pinhan!” dedi çocuk üst üste üç kere. İlk kez bu ismi söylerken, farkında olmadan el çırptı; omuzları sevinçle oynadı; yüzünde gonca güller açtı. İkinci kez söylerken duruldu, az evvelki taşkınlığından utandı. Üçüncü kez söylerken, ateş bastı dilini, damağını; dudaklarında buruk bir tat kaldı. Beti benzi kül kesildi. O zaman Dürri Baba, kollarını iki yana açıp, olan biteni izleyen dervişlere doğru dönerek, “Nicedir adını bekler dururdu. Velhasıl adı da onu. İşte bugün kavuştular birbirlerine. Adı Pinhan olsun bundan böyle” dedi.
Binlerce kelime, onlarca hikâye var boğazımda düğümlenmiş. Susuyorum konuşmam gereken yerlerde; dilimi tutamıyorum ne zaman susmam gerekse. Anlatacak çok şeyim olsa da, emin değilim anlaşılmak istediğimden.
Her zaman kolay kolay itiraf edemesek de bunu kendi kendimize, hep öteleri düşleyen, öte yer ararken en yakınlarındakileri mutsuz eden bizler… Ben.
En sahici dostluklar ortak varlıklar üzerine değil, ortak yoksunluklar üzerine kurulanlardır.
Aynalar şehrindeyim çünkü ben bir korkağım; ve ne olduğunu bilen her korkak gibi, bu sırrı kendime saklıyorum.
Kitap hâlâ kutsal benim için, kelime hâlâ mühim ve harf hâlâ muamma.
Baykuş; kanarya beslermiş amcalar, teyzeler. Kumruları sever, kartalları över, güvercinleri uçurur, kargaları kovar, papağanları konuştururlarmış. Oysa çocuk baykuşları severmiş. “Uğursuz kuş o. İsmini anma, damına çağırma.” Dermiş teyzeler, amcalar. Uğursuz kuşmuş baykuş; gece gördüğü, geceyi gördüğü için.
Rüzgarla gelmedim, demişti şems ki; rüzgarla gideyim senin hayatından!
Aşık olunca da büyür gözbebeği; demek ki aşık olunan hep uzaktadır. Aradaki mesafenin verdiği acıyı azaltmak için, maşuka “gözbebeğim!” diye hitap edilir.
İnanç aşk gibidir, ıspat istemez. Mantıksal bir açıklama beklemez. Ya vardır, ya da yok.
Yatak odasındaki komodinin üzerinde yuvarlak bir ayna var. Kenarları gümüşten. Aynanın ortasında bir kadın duruyor. Bedeni patiskadan bez bebek; bir tek bakışları etten ve kemikten. Bakıyor kendine dinmeyen bir merakla. Ayırmıyor gözlerini suretinden. Oysa bilmez mi ki “bakmak” masum bir şey değildir ya da aynalar basit birer obje? Bilmez mi ki aynaların yüzeyleri ya bir kumaş parçasıyla örtülmeli ya da duvara doğru çevrilmeli? Bu kadar mı kayıtsız geleneklere? Yoksa bile bile mi çiğniyor kaideleri? Asırlık öğretilerle inatlaşmak istercesine?
Tadına doyulmaz, kimi zaman kışkırtıcı, kimi zaman sakinleştirici ama ruhu hep özgür kalan yazılar.
Ey kendisinde kaybulmuş kişi! Bilmezsin, bedenin sana mezar olmuş, nefsini tanımadıkça, nefsin seni gömer olmuş.
Neden baktın neyi geride bıraktığına? Söylesene, insan terk ettiği şeye neden dönüp bakar son defa.
Bürokratik düzenlemeler, evli çiftlerin bebeklerini kurtarmak için gösterdikleri özeni evlilik dışı doğan bebekler için göstermiyordu anlaşılan. Babasız bir çocuk neticede bir piçti ve istanbul da bir piç, sallanan bir diş gibi her an düşmeye hazırdı.
Elmas bir gözdür yürek. Ve çizilmeye görsün bir kere, artık hep sedefsi bir yırtıkla bakacaktır cümle aleme.
Bir gün bir bilge, kendi türleriyle uçmayı reddeden iki ayrı cins kuşa rastlar yol kenarında. Hayli merak eder bu iki farklı yaratığın nasıl olup da kendi aileleriyle, ait oldukları yerlerde yaşamak istemediklerini, nasıl olup da bir ‘yabancı’yı kendi kardeşlerine yeğlediklerini. Biri karga, biri leylek… O kadar farklıdır ki kuşlar, ihtimal veremez birbirlerini sevdiklerine, türdeşleriyle değil de birbirleriyle uçmayı yeğlediklerine. Öyle ya, karga dediğin kargalarla uçmalıdır, leylek dediğinse leyleklerle. Yaklaşır ve merakla inceler kuşları. Ta ki her ikisinin de topal olduğunu keşfedinceye kadar. O zaman anlar ki, birlikte kaçar, birlikte uçar, beraber yaşamaları beklenenlerin yanında tutunamayanlar.
Ya aşkı öğret bana ya da aşkın yokluğuna üzülmemeyi..
“Beni sevebilir misin?” diye sordu.
“Seni zaten seviyorum” dedi aziz gülümseyerek
“Ama daha beni tanımıyorsun bile”
“Seni tanıyorum” diye üsteledi aziz emin bir sesle
“Benimle ilgili bilmediğin o kadar çok şey var ki?”
“Seni tanımam için çok şey bilmeme gerek yok. Senin özünü görüyorum” dedi aziz.
Ve ella bu cümleyi bir yerden hatırladı sanki…
Ağzından çıkan kallavi cümleler beklemediği anlarda ona geri dönüyordu çember gibiydi hayat.
Ne verirsen aynen iade ediyordu. Çılgınlıktı bu!
İnsan ki eşrefi mahlukattır, içindeki semavi özü keşfetmekle yükümlüdür. Çıkacaksın yollara, kendine doğru git gidebildiğin kadar. Keşif boynumuzun borcudur. Kendimizi keşfetmek, aşkı keşfetmek, dünyayı keşfetmek, Öteki’ni keşfetmek…
İyi de bir insana neden ömür boyu geçerli olacak şekilde tek bir isim veriliyordu başka bir isim de verilebilecekken, hatta isminin harfleri karıştırılıp aynı isimden yenileri türetilebilecekken? Kendimiz de dahil etrafımızdaki her şeyi yeniden adlandırma şansı ne zaman alınmıştı elimizden? Doğuştan bana verilen bir isme ilanihaye mıhlanıp yapıştığımı bilmek nasıl sıkmaz ki canımı, hayattaki yegâne tesellim kendim olmamayı başarabilme şansım iken? İsimleri sonsuza kadar sabitleyen bir dünyaya saplanmışım, harflerin çığırından çıkmasına izin vermeyen. Ama ne vakit kaşığımı alfabe çorbasına daldırsam ismimi ve onunla birlikte kaderimi yeniden düzenlemek üzere yeni harfler yakalamayı umuyorum.
Belki aşk sevgiliyi kazanmayı değil, onda kendini kaybetmeyi gerektirir.
Kadının saçları gelişigüzel bir şekilde toplanmış, sağdan soldan çalı gibi saç tutamları fırlamış. O tutamlardaki her bir saç teli dile gelmiş, isyana gelmiş. Bas bas bağırıyor:
“Ne olur artık bizi yıka, bizi tara, bizi topla!”
Saç dipleri daha da beter haykırıyor, feryat figan.
“Ne olur artık bizi boya. İnsan içine çıkamaz olduk utancımızdan. İstersen civciv sarısına boya. Hatta seneler evvel bir keresinde kızıl yapmaya kalkmıştın da korkunç olmuştuk hani. Ona bile razıyız. Yeter ki boya bizi, unutma!”
Ne kadar silersen sil ya yırtılır defterin. Yada izi kalır cümlelerin.
Her hakiki aşk, umulmadık dönüşümlere yol açar. Aşk bir milad demektir, şayet ‘aşktan önce’ ve ‘aşktan sonra’ aynı insan olarak kalmışsak, yeterince sevmemişiz demektir. Birini seviyorsan onun için yapabileceğin en anlamlı şey değişmektir. O kadar çok değişmelisin ki sen, sen olmaktan çıkmalısın!
Önce yüzlerini unuturuz sevdiklerimizin. En çok yüzümüzün unutulmasından endişe ettiğimiz halde.
Aşk’ın hiçbir sıfata ve tamlamaya ihtiyacı yoktur. Başlı başına bir dünyadır aşk! Ya tam ortasındadır, merkezinde.. Ya da dışındasındır, hasretinde!
Katillerimin yüzlerini seçemiyorum; isimlerindense geride harfler kalacak sadece.
Ey kendisinde kaybulmuş kişi! Bilmezsin, bedenin sana mezar olmuş, nefsini tanımadıkça, nefsin seni gömer olmuş.
Tebeşirle çizilmiş bir seksek oyunu kadar uçucu bir çizgisi vardır hayatın. Farkında olmadan basıyorsun çizgiye. Kızıyorlar anında yandın! Diye atılıyorsun oyun dışına.
Çakılı kalmamak sırf alışkanlıklardan ötürü demir attığın koylara. Çıkmak oralardan, geçmek dalgakıranların beri tarafına, bilmediğin memleketlere varmak, tatmadığın yemekler yemek, sözlerini anlamadığın şarkılarla içlenmek, risk almak, dağılmak ve parçalanmak ve hasret çekmek buram buram, gurbetin tadına bakmak ve kendini yabancının gözünden görmek, şaşırmak yeniden, şaşırmak bir çocuk gibi dünyanın hallerine, çeşitliliğine, güzelliğine, acımasızlıklarına… şaşırmak ölene kadar… şaşırma kabiliyetini hiç yitirmemek… budur son tahlilde Âdemoğullarına, Havvakızlarına kendilerini keşfettirten serüven.
Pek güzeldin, pek latiftin. Börek olsan seni yerdim. Az soğanlı, bol etliydin. Lafa daldım, dibin tuttu. Gönül bu, hemen unuttu.
Kişi sevdiğini Allah’a emanet ederse, onu birdaha görmeden ölmezmiş.. Öyleyse Allah’a emanet ol.
Unutmak, anımsamak, anılar, suskunluklar, sırlar ve gerçekler, isyanlar ve boyun eğmeler, kaçışlar ve arayışlar üzerine, bizi bize anlatan enfes bir roman olduğu için okuyun.
İçim acıyor herkese ve her şeye.. Faniliğimiz, zayıflığımız, zaaflarımız insan olmanın, insan olamamanın ağırlığı ciğerlerime doluyor, nefes alamıyorum.
Ne kadar az bilirsen bilmek istediğin şeyleri, o kadar az incelir ruhun , incinir kalbin… O kadar az kanarsın…
Korktu. Gidip de varamamaktan değil, varıp da dönüş yolunu bulamamaktan değil, dönüp de geride bıraktıklarını yerinde bulamamaktan değil; bir kendini bulamamaktan, bulduğunda korkmaktan korktu..
İçimin tünellerine girer girmez bir fener alıyorum elime.. Buralar çok karışık.. Kaç defa geldim.. Gene de hep kayboluyorum.
Yaşadıkça düzelmiyordu hayat, tıpkı yaşlanmakla büyümediği gibi kişinin…
Bir gün bir roman çıktı. İsmi Aşk… Beklenmedik bir yolculuğa çıkardı okurlarını. Bir gönül yolculuğuna… Herkes kendi penceresinden baktı. Kalpler ortaktı.
Öyle güzel ki uçmak… Öyle güzel ki tüyden hafif, uçurtmadan serseri, buhardan oynak, toz zerresinden kıvrak, kar tanesinden savruk olabilmek gökkubbede. Niyetim daha, daha da yükseklere çıkmak. Niyetim gökyüzünde fersah fersah yükselip güneşin gölgesine değerek, bembeyaz bulutların üzerine çıkıp bağdaş kurmak ve bir de oradan bakmak dünyaya. Çünkü bilmek istiyorum aşağıda olup biten her şey görülüyor mu buradan bakıldığında? Merak ediyorum arka bahçelerde sırlanmış sırlar, işlenmiş kabahatler, yarım kalmış oyunlar kaydediliyor mu satır satır, kelime kelime? Bilmek istiyorum bir mahremiyeti var mı insanoğlu-insankızının, insan olmanın?
Sen, sen ol kelimelere fazla takılma. Aşk diyarında dil zaten hükmünü yitirir, aşık dilsiz olur.
Aşksız geçen bir ömür beyhude yaşanmıştır acaba ilahi aşk peşindemi koşmalıyım mecazimi yoksa dünyevi semavi yada cismani mi diye sorma! Ayrımlar ayrımları doğurur aşk’ın ise hiçbir sıfata ve tamlamaya ihtiyacı yoktur.
Bir insana sırrınızı verdiğinizde, özgürlüğünüzü de verirsiniz.
Her ayna anahtarını kaybetmiş bir kapıdır. Açılır Diyar-ı Esrar’a. Olur da fazla bakarsan aynaya, aralanıverir kapı, kaybolursun sonsuzlukta.
Şarkı üç dakika yirmi saniye ama tekrar tekrar çalınırsa sonsuza kadar sürebilir.
Peki ama o halde neden anlayamadığım, açıklayamadığım bir boşluk var içimde? Öyle bir boşluk ki günbegün büyümekte. Fare gibi sinsice, sessizce, hırslı ve haris, bu eksiklik duygusu ruhumu kemirmekte, nereye gitsem içimdeki boşluk da benimle gelmekte. İnsan bu kadar tam iken gene de hala eksik hissedebilir mi? Ya da mutluyken kederli de olabilir mi?
Kelime cömerdi duygu cimrisi bugünün insanı. Konuşmaya gelince açıyor ağzını, duygulanmaya gelince tutuyor kendini.
Uzaklaşırsın. Yol seni nereye götürürse. Yazı seni nereye sürüklerse. Burnunda bir sızı. Ne de olsa her yolculuk geri dönememe ihtimalini taşır bağrında.
Yaşadığın hayatı sevmek için bir nedenin yoksa, seviyormuş gibi yapma.
Zira her ne kadar başkaları aksini iddia etse de aşk dediğin bugün var yarın yok cici bir histen ibaret değildir.